15 Ocak 2011 Cumartesi

Ben Diyeyim: Şafak; Sen Anla: Shafak !

Elim klavye üzerinde dolaşırken, gözlerim masamın üzerinde oldukça fazla yer tutan Elif Shafak (!) kitaplarına kayıyor. Neredeyse tüm külliyatını edinmişim zamanında. Artık çok eskilerden kalan Metis Yayınları tarafından yapılmış baskılarını üstelik. Tüm kitaplar aynı punto kullanılarak  yazılmış, başka renk ve kalınlıkta oradan öylece bana bakıyor. Okuduğum zamanları düşünürsek oldukça uzun zaman olmuş ‘’ergen’’ denilen dönemimi onlarla geçireli. Kimisine göre şans gibi sunulan, kimisine göre de kaçınılmaz olarak kazanılan bu başarı da benim ‘’ergen’’zamanlarımdan çok daha ileride artık. Bir önceki kitabıyla ülkedeki ne kadar kitaplık varsa neredeyse hepsinde yer bulan Shafak’la ‘’Firarperest’’ ve sonrası geldiğimiz yerlerin kısa bir özeti gibi son on yıl...

İlk olarak ‘’Şehrin Aynaları’’ ile başlamıştı yolculuğum. Ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum o zamanlar. Sanırım 2001 yılıydı okuduğumda. Gitmek ile başlayan o paragrafı uzun bir süre kullandığım tüm not defterlerimde taşıdım: ‘’Gitmek kadere diş bileyenlerin, varmaksa kadere inanmayanların tercihiydi. Birinin kökleri geçmişte, haritası çok merkezli; ötekininse kolları gelecekte, haritası tek merkezliydi. Bu sebepten, birinde ağır basan dişilik, ötekinde erkeklikti. Kaçmaya gelince o bambaşkaydı. Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka, bir öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu. Velhasıl kaçmak, hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu’’. Benim için yazılmış gibiydi. Var olduğun şehirden kaçmak, gitmek ve kalmak ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sonrasında ‘’Mahrem’’ ve ‘’Bit Palas’’ geldi. Mahrem’i çok kısa zamanda okumuştum. ‘’Şehrin Aynaları’’ gibi çarpmamıştı belki de beni. ‘’Bit Palas’’ kurgu anlamında gerçekten de başarılı bir romandı. Aynı kelimelere rastlamadığım, İçine girdikçe bir edebiyat eserini okumanın keyfine vardığım bir eserdi.

Sırada ‘’Araf’’ vardı. Aslına bakarsanız ‘’Araf’’ o zamana kadar okuduğum en iyi romanıydı diyebilirim rahatlıkla. Ömer karakterinin o sıkışmışlığı, kitapta çalan (‘’Kitapta çalan’’ diyorum çünkü okuduğum her satırında o şarkılar beynimin içinde çaldı durdu) şarkılar, her sayfasını beynimde film gibi izliyordum. Uzun zamandır böyle bir şey okumamıştım aslına bakarsanız. O dönem Araf’taki tüm şarkıları bir cd’de toplayıp bir kitap albümü bile hazırlamıştım hayatımda ilk defa. Bir romanın albümü!

Elif Shafak’ın internet sitesi de çok güzeldi. Ruhu ne kadar ağır ve karanlık dedirtecek türden, melankolik, hırslı ama bunu belli etmeyecek kadar da bırakmış bir hava sezinliyordum içten içe onda... Televizyon programlarına nadiren katılırdı o zamanlar. Dağınık saçlar, kendinden emin ancak anlatma kaygısı olmadan konuşur, anlatırdı ve giderdi kitabını.

‘’Baba ve Piç’’ aslında en çok reklamı yapılan, herkesin tanımaya başladığı romanı oldu aslında. Kocaman kitap reklamları asılmaya başlamıştı kitapevlerinde. Kendisinin buna neden ses çıkarmadığını o dönem anlamamıştım tabii. Sonrasında olacaklara göre bu çok masumane kalıyordu.

‘’Araf’’ı ikinci defa okumamın üzerinden kısa bir zaman geçmişti ki ‘’Baba ve Piç’’i elime aldım. Sanırım onu çok büyük bir heyecanla okuyamama nedenim de o oldu. Sürükleyici ve güzeldi kitap; ancak ‘’Araf’’taki vurgular, kullanılan kelimelerin aynılığı kitabın tüm güzelliğini geride bırakıyordu. Sancılı bir süreçte yazılmış bir kitaptı bana kalırsa. Zaten sonraki sancılarını da hayretle izledim. İnsanların düşüncelerini kaleme aldığı için yargılandığı, şaşırtıcı ve tahammül edilmesi zor süreçlerden biriydi.

Her ne kadar sıkıntılı geçmiş bir süreç de olsa sonunda beraat ederek üzerine bir sünger çekildi geçmişin. Yepyeni bir dönemdi artık başlayan. O süreçte ‘’Pinhan’’ı okuyordum ben de...Dergiler, televizyon söyleşileri...Hiç görmediğim kadar çok Elif Shafak fotoğrafı görüyordum etrafta. Yaşamı, kocası, Yeni Şafak yazıları her şey o dönemde gözümüze gözümüze sokuldu adeta. Hakkında bilmediğim birçok şeyi bu dönemde öğrendim. Hatta bilmek istediğimden bile fazlasını...

Bazen sevdiğiniz yazarların özel hayatlarını bilmemeniz gerekir. Çünkü o çok sevdiğiniz ve satırlarından yarattığınız kişiliği, gerçek hayattaki varlığı alır götürür. Böyle bir ikilem içerisindeyken Shafak’ın Doğan Yayınevine geçtiğini tedirginlik içerisinde öğrendim. O dönem ülkedeki tüm ‘’popüler’’ olarak adlandırılacak  ismin kitabını yayınlıyordu bu yayınevi. Ardından çok kısa bir süre sonra da ‘’Siyah Süt’’ adlı başyapıt (!) bu yayınevinden çıktı.

Aslında doğum sonrası bir depresyonu, ciddiye alınmaması gereken bir ara kitap olarak nitelendirilip, Latif Demirci’nin çizimleriyle daha cicili bicili bir hale getirilmiş halde önümüze sunuldu. Kitapta bir yere gelene kadar aslında bunun Shafak’ın ikinci doğumu olduğunun farkına bile varmıyorsunuz. Zaten fark ettiğiniz zaman da benzer hisler içerisinde okunmuyor kitap. Edebi olarak pek değer biçemediğim bu kitabın, yazarın diğer kitaplarına hakaret niteliğinde değerlendirilebilecek kadar çok insan tarafından okunuşu da bir diğer can sıkıcı konu oldu benim için.

Kabahati öncelikle yayınevine bulurken aslına bir yandan da değişikliğini gün be gün su yüzüne çıkarmaya başlayan Elif Shafak’ı da hayretler içerisinde izliyordum.

‘’Aşk’’ tam böyle bir zamanda geldi. Çakramızın rengi olarak nitelendirilen pembesiyle tüm raflarda, duvarlarda, korsan kitap tezgahlarında, kitapevlerinin vitrinlerinde, gazete sayfalarında o vardı. Avuçlarında kucakladığı kitabıyla bizi selamlayan bir fotoğraf ile birlikte.

Kendisinin profesyonel olarak çalıştığı Mevlana üzerine yazdığı ilk romanmış gibi sunuldu hakkında hiçbir şey bilmeyen okuyucuya. Okuduğum röportajlarında ve söyleşilerinde ilk kitabı Pinhan’a neredeyse hiç gönderme yapmadı. Sustum, seyrettim. Kitap elimdeydi ancak okumak gelmiyordu bir türlü içimden. Haftalar geçti kitap hala herkesin elindeydi. Okumayanı kınıyordu insanlar adeta. Şems ile Mevlana ile yatar kalkar olmuştuk resmen.

O süreçte sürekli söyleşiler düzenleniyordu. İstanbul’da bir bakıyordunuz Fatih’te bir salonda, bir bakıyordunuz bir üniversitenin konferans salonunda. Ötekilere ve dışlanmışlığa ve düşünce özgürlüğüne bakışını değerlendirirken bir yandan da anlatıyordu Mevlana ve Şems’i her yerde.

2009 Yılı Eşcinsel Onur Haftasında da bir panel düzenlendi. Cinsel ayrımcılık ve öteki kavramı üzerine anlattı düşüncelerini. Cinsel ayrımcılığın olmaması gerektiğine değindi. Sonuç itibariyle eşcinsel okurlar ciddi bir kitleydi, onlara kitabını anlatmak ve almalarını sağlamak oldukça önemliydi. İyiydi hoştu ancak bu panele katılan insanlar daha sonra, erkek okurların pembe kapaklı kitabı okuyamadığını gerekçe gösterilerek kitabın - bana kalırsa oldukça seksist şekilde! - ticari bir şekilde gri kapaklı olarak değiştirildiğine tanık olacaklardı.

Sonrası daha da vahim bana kalırsa. Kitap satarken ‘’Kağıt Helva’’ adında ayrı bir ticari zeka örneği çıktı piyasaya. Geçmiş tüm kitaplarından alınma özlü sözler. Kağıt helva tadında (!) Aslında bu ‘’Aşk’’ ve sonrası dönem hükümetlerin yaptıklarına olumlu bakan, oyunu kuralına göre oynayan Shafak dönemi olarak nitelendirilebilir. İçinde bulunulan ve birçoklarını tedirgin eden süreçlerde ilerleme çabası ve bir tür vurdum duymazlık ve tedirginlikleri dile getirmeme, okurun ağzına bal çalma dönemi.

Aslında yadırgadığım bir taraf da Siyaset Bilimi üzerine master yapmış birçok yaptığıyla bunu özümsediğini dile getiren birinin tarihin aynı zamanda tekerrürden ibaret olduğu gerçeğini bile bile böyle davranıyor olmasıydı. Tarihte giyotin sırasında en önceliği olanların aslında her zaman oyunu kuralına göre oynayıp padişahına en çok ‘’çok yaşa!’’ diyenler olduğunu birisinin ona hatırlatması lazım galiba?

İstiklal Caddesi’ne ne zaman çıksam, elime ne zaman bir dergi alsam (ki bu dergilerin içerikleri birbiriyle alakasız da olsa) her yerde onu görüyorum. Mümkün olsa tüm şehri resimleri ile dolduracaklarını düşünüyorum. Yıllar önce Orhan Pamuk’a, Murathan Mungan’a ya da Ahmet Altan’a yapılan şey aslında şu anda da Elif Şhafak’ın kendisine yapılan. Tabii biraz daha farklı, biraz daha tartışma gerektiren cinsten.

Popüler kültürün bizlere kötü bir sunumu mudur? Yoksa her şeyi abartılı bir şekilde bünyemize sindirmeyi seven bizler, bu konuda da mı sınıfta kalıyoruz? Sorularına yanıt ararken bir gün ‘’Firarperest’’ adlı kitabı çıkageldi. Denemeler olarak sunulan bu kitabı merak ettim ve aldım. İlk basım şu anda elimde olan. Kitabı okumaya başlamadan önce kitabın aslında tıpkı ‘’Med - Cezir’’ gibi şuan yazdığı Haber Türk adlı gazetedeki yazılarının toplaması olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü kitabın içinde bundan bahsedilmiyor. Kitap denemeler olarak bu kez de M.K Perker ‘in çizimleri ve Mehmet Turgut tarafından çekilmiş kapak fotoğrafıyla bize sunulan kitabı (yeni bir ticari başarıyı) aldığım için pişman oldum.

Kandırılmak kötü bir şey gerçekten, hatta bunun okuru düpedüz aptal yerine koymak olduğunu düşünüyorum. Eski yazıların bizlere yepyeni denemeler olarak sunulması. Aslında hata biraz da bende. Sonuç itibariyle  YKY ( Yapı Kredi Yayınları) tarafından basılan bir klasik değilse satın aldığınız, kapağında yazarın kocaman resmi olan bir kitabı alırken yanında da bir sürü önyargıyı alıyorsunuz yanınıza.

Gelelim kitaba. Daha önce birçok köşe yazarının belli yıllar arasında gazetelerde yayımlanmış yazılarının topladıkları kitapları satın aldım. İçinde o zamanki gündeme baktığımda bir fikir sağlamamı gerektirecek  bir çok şeye rahatça ulaşabilmek ve anlayabilmek için. Ancak bu sonuçta bizlere toplama olarak sunulmamış bir toplama kitabı olduğu için de bir kaç çizim dışında yeni ve faydalı pek bir şey bulamıyorsunuz. Bu köşe yazılarının toplaması olarak sunulup , yazıldığı tarihler ya da yazarın o yazıyı yazarken neler düşündüğüne ait küçük notlar olabilseydi eğer içerisinde kitap çok daha faydalı olabilirdi aslına bakılırsa. Bu sayede yazıların muallakta kalmasına ya da yazılırken neler düşünüldüğü, hangi olaya istinaden böyle bir şey yazıldığı gibi sorular yanıtsız kalmazdı.

Gerçi yazılan yazıların art arda okunduğunda pek bir şey ifade etmediği de anlaşılıyor. Benzer olaylardan aralıklı üç yazıda bahsediliyor olması mesela ya da aynı kelime topluluğunu defalarca kullanmak: Ağızda yavaş yavaş eriyen akide şekeri gibi.

Kitabı okurken, hakkında eleştiri yazılmasından oldukça rahatsız olan, ‘’öteki’’ denilen kavramın aslında kendi çıkarı dışında olan bir çok şeyi kapsamadığını fark ettiğim, kocasının koyu bir futbol fanatiği olduğunu  ve yine kocasının Nina Simone’u çok sevdiğini dünyada bu kadar acı bu kadar sıkıntı varken verilen köşede adeta ‘’ne yazsam okunur zaten’’rahatlığıyla yazabilen, mağrur ancak eskiyle yakından uzaktan alakası olmayan bir Shafak gördüm bir kez daha.

Üzüldüm. Ona ulaşmayı ve bu tehlikeyi fark ettiğim ilk günden itibaren ona söylemek istediklerimi düşündüm. Artık oldukça geç, dünya ülkelerinde gittiğimiz tüm kitapçıların raflarında görebileceğimiz tıpkı ‘’Araf’’ romanında Ömer karakterinin başına gelen şey gibi (Romanda da Ömer karakterinin adı Amerika’da Omar olmuştu) örneği görülmemiş bir şekilde soyadı: Shafak olarak.

Bazen bazı şeyler eskilerde kalmalı belki de?  Zamanı geldiğinden kızmayı da bırakmalı kenara, sevmeyi de. İşte o zaman ayırmalı yolları eskinin verdikleriyle. ‘’Bit Palas’’da dolaşmalı, ‘’Şehrin Aynaları’’na bakarak derinleşmeli, ‘’Pinhan’’ olup bir ağaç tepesinden gülümsemeli ve tıpkı ‘’Araf’’ okurken Nick Cave’den ‘’As I Sat Sadly by Her Side’’ dinlemeli. Tebessümle hatırlamalı ve bakmamaya çalışmalı vitrinlerde yığılmış yüzlerce kitaba, yakında onun da toparlanıp bir kitap olacağı düşüncesi veren röportajlara... En güzel şey karşındakini görmemek belki de bırakırken? Geçmişin hatırına güzel romanlara hak ettiği değeri vererek..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder