15 Ocak 2011 Cumartesi

Ben Diyeyim: Şafak; Sen Anla: Shafak !

Elim klavye üzerinde dolaşırken, gözlerim masamın üzerinde oldukça fazla yer tutan Elif Shafak (!) kitaplarına kayıyor. Neredeyse tüm külliyatını edinmişim zamanında. Artık çok eskilerden kalan Metis Yayınları tarafından yapılmış baskılarını üstelik. Tüm kitaplar aynı punto kullanılarak  yazılmış, başka renk ve kalınlıkta oradan öylece bana bakıyor. Okuduğum zamanları düşünürsek oldukça uzun zaman olmuş ‘’ergen’’ denilen dönemimi onlarla geçireli. Kimisine göre şans gibi sunulan, kimisine göre de kaçınılmaz olarak kazanılan bu başarı da benim ‘’ergen’’zamanlarımdan çok daha ileride artık. Bir önceki kitabıyla ülkedeki ne kadar kitaplık varsa neredeyse hepsinde yer bulan Shafak’la ‘’Firarperest’’ ve sonrası geldiğimiz yerlerin kısa bir özeti gibi son on yıl...

İlk olarak ‘’Şehrin Aynaları’’ ile başlamıştı yolculuğum. Ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum o zamanlar. Sanırım 2001 yılıydı okuduğumda. Gitmek ile başlayan o paragrafı uzun bir süre kullandığım tüm not defterlerimde taşıdım: ‘’Gitmek kadere diş bileyenlerin, varmaksa kadere inanmayanların tercihiydi. Birinin kökleri geçmişte, haritası çok merkezli; ötekininse kolları gelecekte, haritası tek merkezliydi. Bu sebepten, birinde ağır basan dişilik, ötekinde erkeklikti. Kaçmaya gelince o bambaşkaydı. Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka, bir öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu. Velhasıl kaçmak, hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu’’. Benim için yazılmış gibiydi. Var olduğun şehirden kaçmak, gitmek ve kalmak ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sonrasında ‘’Mahrem’’ ve ‘’Bit Palas’’ geldi. Mahrem’i çok kısa zamanda okumuştum. ‘’Şehrin Aynaları’’ gibi çarpmamıştı belki de beni. ‘’Bit Palas’’ kurgu anlamında gerçekten de başarılı bir romandı. Aynı kelimelere rastlamadığım, İçine girdikçe bir edebiyat eserini okumanın keyfine vardığım bir eserdi.

Sırada ‘’Araf’’ vardı. Aslına bakarsanız ‘’Araf’’ o zamana kadar okuduğum en iyi romanıydı diyebilirim rahatlıkla. Ömer karakterinin o sıkışmışlığı, kitapta çalan (‘’Kitapta çalan’’ diyorum çünkü okuduğum her satırında o şarkılar beynimin içinde çaldı durdu) şarkılar, her sayfasını beynimde film gibi izliyordum. Uzun zamandır böyle bir şey okumamıştım aslına bakarsanız. O dönem Araf’taki tüm şarkıları bir cd’de toplayıp bir kitap albümü bile hazırlamıştım hayatımda ilk defa. Bir romanın albümü!

Elif Shafak’ın internet sitesi de çok güzeldi. Ruhu ne kadar ağır ve karanlık dedirtecek türden, melankolik, hırslı ama bunu belli etmeyecek kadar da bırakmış bir hava sezinliyordum içten içe onda... Televizyon programlarına nadiren katılırdı o zamanlar. Dağınık saçlar, kendinden emin ancak anlatma kaygısı olmadan konuşur, anlatırdı ve giderdi kitabını.

‘’Baba ve Piç’’ aslında en çok reklamı yapılan, herkesin tanımaya başladığı romanı oldu aslında. Kocaman kitap reklamları asılmaya başlamıştı kitapevlerinde. Kendisinin buna neden ses çıkarmadığını o dönem anlamamıştım tabii. Sonrasında olacaklara göre bu çok masumane kalıyordu.

‘’Araf’’ı ikinci defa okumamın üzerinden kısa bir zaman geçmişti ki ‘’Baba ve Piç’’i elime aldım. Sanırım onu çok büyük bir heyecanla okuyamama nedenim de o oldu. Sürükleyici ve güzeldi kitap; ancak ‘’Araf’’taki vurgular, kullanılan kelimelerin aynılığı kitabın tüm güzelliğini geride bırakıyordu. Sancılı bir süreçte yazılmış bir kitaptı bana kalırsa. Zaten sonraki sancılarını da hayretle izledim. İnsanların düşüncelerini kaleme aldığı için yargılandığı, şaşırtıcı ve tahammül edilmesi zor süreçlerden biriydi.

Her ne kadar sıkıntılı geçmiş bir süreç de olsa sonunda beraat ederek üzerine bir sünger çekildi geçmişin. Yepyeni bir dönemdi artık başlayan. O süreçte ‘’Pinhan’’ı okuyordum ben de...Dergiler, televizyon söyleşileri...Hiç görmediğim kadar çok Elif Shafak fotoğrafı görüyordum etrafta. Yaşamı, kocası, Yeni Şafak yazıları her şey o dönemde gözümüze gözümüze sokuldu adeta. Hakkında bilmediğim birçok şeyi bu dönemde öğrendim. Hatta bilmek istediğimden bile fazlasını...

Bazen sevdiğiniz yazarların özel hayatlarını bilmemeniz gerekir. Çünkü o çok sevdiğiniz ve satırlarından yarattığınız kişiliği, gerçek hayattaki varlığı alır götürür. Böyle bir ikilem içerisindeyken Shafak’ın Doğan Yayınevine geçtiğini tedirginlik içerisinde öğrendim. O dönem ülkedeki tüm ‘’popüler’’ olarak adlandırılacak  ismin kitabını yayınlıyordu bu yayınevi. Ardından çok kısa bir süre sonra da ‘’Siyah Süt’’ adlı başyapıt (!) bu yayınevinden çıktı.

Aslında doğum sonrası bir depresyonu, ciddiye alınmaması gereken bir ara kitap olarak nitelendirilip, Latif Demirci’nin çizimleriyle daha cicili bicili bir hale getirilmiş halde önümüze sunuldu. Kitapta bir yere gelene kadar aslında bunun Shafak’ın ikinci doğumu olduğunun farkına bile varmıyorsunuz. Zaten fark ettiğiniz zaman da benzer hisler içerisinde okunmuyor kitap. Edebi olarak pek değer biçemediğim bu kitabın, yazarın diğer kitaplarına hakaret niteliğinde değerlendirilebilecek kadar çok insan tarafından okunuşu da bir diğer can sıkıcı konu oldu benim için.

Kabahati öncelikle yayınevine bulurken aslına bir yandan da değişikliğini gün be gün su yüzüne çıkarmaya başlayan Elif Shafak’ı da hayretler içerisinde izliyordum.

‘’Aşk’’ tam böyle bir zamanda geldi. Çakramızın rengi olarak nitelendirilen pembesiyle tüm raflarda, duvarlarda, korsan kitap tezgahlarında, kitapevlerinin vitrinlerinde, gazete sayfalarında o vardı. Avuçlarında kucakladığı kitabıyla bizi selamlayan bir fotoğraf ile birlikte.

Kendisinin profesyonel olarak çalıştığı Mevlana üzerine yazdığı ilk romanmış gibi sunuldu hakkında hiçbir şey bilmeyen okuyucuya. Okuduğum röportajlarında ve söyleşilerinde ilk kitabı Pinhan’a neredeyse hiç gönderme yapmadı. Sustum, seyrettim. Kitap elimdeydi ancak okumak gelmiyordu bir türlü içimden. Haftalar geçti kitap hala herkesin elindeydi. Okumayanı kınıyordu insanlar adeta. Şems ile Mevlana ile yatar kalkar olmuştuk resmen.

O süreçte sürekli söyleşiler düzenleniyordu. İstanbul’da bir bakıyordunuz Fatih’te bir salonda, bir bakıyordunuz bir üniversitenin konferans salonunda. Ötekilere ve dışlanmışlığa ve düşünce özgürlüğüne bakışını değerlendirirken bir yandan da anlatıyordu Mevlana ve Şems’i her yerde.

2009 Yılı Eşcinsel Onur Haftasında da bir panel düzenlendi. Cinsel ayrımcılık ve öteki kavramı üzerine anlattı düşüncelerini. Cinsel ayrımcılığın olmaması gerektiğine değindi. Sonuç itibariyle eşcinsel okurlar ciddi bir kitleydi, onlara kitabını anlatmak ve almalarını sağlamak oldukça önemliydi. İyiydi hoştu ancak bu panele katılan insanlar daha sonra, erkek okurların pembe kapaklı kitabı okuyamadığını gerekçe gösterilerek kitabın - bana kalırsa oldukça seksist şekilde! - ticari bir şekilde gri kapaklı olarak değiştirildiğine tanık olacaklardı.

Sonrası daha da vahim bana kalırsa. Kitap satarken ‘’Kağıt Helva’’ adında ayrı bir ticari zeka örneği çıktı piyasaya. Geçmiş tüm kitaplarından alınma özlü sözler. Kağıt helva tadında (!) Aslında bu ‘’Aşk’’ ve sonrası dönem hükümetlerin yaptıklarına olumlu bakan, oyunu kuralına göre oynayan Shafak dönemi olarak nitelendirilebilir. İçinde bulunulan ve birçoklarını tedirgin eden süreçlerde ilerleme çabası ve bir tür vurdum duymazlık ve tedirginlikleri dile getirmeme, okurun ağzına bal çalma dönemi.

Aslında yadırgadığım bir taraf da Siyaset Bilimi üzerine master yapmış birçok yaptığıyla bunu özümsediğini dile getiren birinin tarihin aynı zamanda tekerrürden ibaret olduğu gerçeğini bile bile böyle davranıyor olmasıydı. Tarihte giyotin sırasında en önceliği olanların aslında her zaman oyunu kuralına göre oynayıp padişahına en çok ‘’çok yaşa!’’ diyenler olduğunu birisinin ona hatırlatması lazım galiba?

İstiklal Caddesi’ne ne zaman çıksam, elime ne zaman bir dergi alsam (ki bu dergilerin içerikleri birbiriyle alakasız da olsa) her yerde onu görüyorum. Mümkün olsa tüm şehri resimleri ile dolduracaklarını düşünüyorum. Yıllar önce Orhan Pamuk’a, Murathan Mungan’a ya da Ahmet Altan’a yapılan şey aslında şu anda da Elif Şhafak’ın kendisine yapılan. Tabii biraz daha farklı, biraz daha tartışma gerektiren cinsten.

Popüler kültürün bizlere kötü bir sunumu mudur? Yoksa her şeyi abartılı bir şekilde bünyemize sindirmeyi seven bizler, bu konuda da mı sınıfta kalıyoruz? Sorularına yanıt ararken bir gün ‘’Firarperest’’ adlı kitabı çıkageldi. Denemeler olarak sunulan bu kitabı merak ettim ve aldım. İlk basım şu anda elimde olan. Kitabı okumaya başlamadan önce kitabın aslında tıpkı ‘’Med - Cezir’’ gibi şuan yazdığı Haber Türk adlı gazetedeki yazılarının toplaması olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü kitabın içinde bundan bahsedilmiyor. Kitap denemeler olarak bu kez de M.K Perker ‘in çizimleri ve Mehmet Turgut tarafından çekilmiş kapak fotoğrafıyla bize sunulan kitabı (yeni bir ticari başarıyı) aldığım için pişman oldum.

Kandırılmak kötü bir şey gerçekten, hatta bunun okuru düpedüz aptal yerine koymak olduğunu düşünüyorum. Eski yazıların bizlere yepyeni denemeler olarak sunulması. Aslında hata biraz da bende. Sonuç itibariyle  YKY ( Yapı Kredi Yayınları) tarafından basılan bir klasik değilse satın aldığınız, kapağında yazarın kocaman resmi olan bir kitabı alırken yanında da bir sürü önyargıyı alıyorsunuz yanınıza.

Gelelim kitaba. Daha önce birçok köşe yazarının belli yıllar arasında gazetelerde yayımlanmış yazılarının topladıkları kitapları satın aldım. İçinde o zamanki gündeme baktığımda bir fikir sağlamamı gerektirecek  bir çok şeye rahatça ulaşabilmek ve anlayabilmek için. Ancak bu sonuçta bizlere toplama olarak sunulmamış bir toplama kitabı olduğu için de bir kaç çizim dışında yeni ve faydalı pek bir şey bulamıyorsunuz. Bu köşe yazılarının toplaması olarak sunulup , yazıldığı tarihler ya da yazarın o yazıyı yazarken neler düşündüğüne ait küçük notlar olabilseydi eğer içerisinde kitap çok daha faydalı olabilirdi aslına bakılırsa. Bu sayede yazıların muallakta kalmasına ya da yazılırken neler düşünüldüğü, hangi olaya istinaden böyle bir şey yazıldığı gibi sorular yanıtsız kalmazdı.

Gerçi yazılan yazıların art arda okunduğunda pek bir şey ifade etmediği de anlaşılıyor. Benzer olaylardan aralıklı üç yazıda bahsediliyor olması mesela ya da aynı kelime topluluğunu defalarca kullanmak: Ağızda yavaş yavaş eriyen akide şekeri gibi.

Kitabı okurken, hakkında eleştiri yazılmasından oldukça rahatsız olan, ‘’öteki’’ denilen kavramın aslında kendi çıkarı dışında olan bir çok şeyi kapsamadığını fark ettiğim, kocasının koyu bir futbol fanatiği olduğunu  ve yine kocasının Nina Simone’u çok sevdiğini dünyada bu kadar acı bu kadar sıkıntı varken verilen köşede adeta ‘’ne yazsam okunur zaten’’rahatlığıyla yazabilen, mağrur ancak eskiyle yakından uzaktan alakası olmayan bir Shafak gördüm bir kez daha.

Üzüldüm. Ona ulaşmayı ve bu tehlikeyi fark ettiğim ilk günden itibaren ona söylemek istediklerimi düşündüm. Artık oldukça geç, dünya ülkelerinde gittiğimiz tüm kitapçıların raflarında görebileceğimiz tıpkı ‘’Araf’’ romanında Ömer karakterinin başına gelen şey gibi (Romanda da Ömer karakterinin adı Amerika’da Omar olmuştu) örneği görülmemiş bir şekilde soyadı: Shafak olarak.

Bazen bazı şeyler eskilerde kalmalı belki de?  Zamanı geldiğinden kızmayı da bırakmalı kenara, sevmeyi de. İşte o zaman ayırmalı yolları eskinin verdikleriyle. ‘’Bit Palas’’da dolaşmalı, ‘’Şehrin Aynaları’’na bakarak derinleşmeli, ‘’Pinhan’’ olup bir ağaç tepesinden gülümsemeli ve tıpkı ‘’Araf’’ okurken Nick Cave’den ‘’As I Sat Sadly by Her Side’’ dinlemeli. Tebessümle hatırlamalı ve bakmamaya çalışmalı vitrinlerde yığılmış yüzlerce kitaba, yakında onun da toparlanıp bir kitap olacağı düşüncesi veren röportajlara... En güzel şey karşındakini görmemek belki de bırakırken? Geçmişin hatırına güzel romanlara hak ettiği değeri vererek..

6 Ocak 2011 Perşembe

Capitale Européenne de la Culture 2010 (!)

Pendant que je faisais du zapping sans trop penser à ce que je regardais, j’ai été tout un coup énervé par une annonce publicitaire que j’ai croisée sur une des chaînes. La pub était sur le fait qu’Istanbul fut la Capitale européenne de la culture en 2010. Elle évoquait İstanbul comme une mosaïque de cultures, en remerciant à tout le monde  ayant contribué à ce succès (!). La pub reflétait une grande confidence en soi ; mais elle était en même temps révoltante, puisqu’irrespectueux au point d’utiliser les images de la Gare Haydarpaşa, récemment ravagée par un incendie douteux.
   
Alors que l’année 2010, qui fut très courte ou très longue selon les avis, prenait fin, une question a commencé à hanter mon esprit. L’année passée, nous fûmes capitale européenne de la culture. Mais, au juste, qu’est-ce que nous avons vu, qu’est-ce que nous avons senti et aux quels événements culturels nous avons participé ? Quelles étaient nos contributions à ces événements réalisés au nom de la culture.

En pensant à tout cela, j’avais bien sûr la conscience qu’il ne fallait pas seulement s’énerver aux responsables mais aussi regarder un peu dans la glace. Nous, qui vivons dans l’une des villes les plus chères au monde où il est difficile de vivre, consacrons très peu de temps à la culture; combien d’entre nous se rendent toujours au cinéma pour regarder un film, combien d’entre nous achète toujours l’original d’un album, combien d’entre nous est abonné au revues mensuels qui, faute de moyen, ne sont publiés que tous les deux mois, en masquant cette délicate situation derrière les prétendues éditions spéciales ?

Dans ce cadre, il est évident que les activités au tour de l’année de la capitale culturelle n’ont pas attiré l’attention de plus de personnes que les habitués aux événements culturels. Alors, à quoi bon consacrer toute une année à la culture? Comment cela a contribué à notre pays? Ce sont là quelques questions que nous nous posons très souvent. Mais à part quelques critiques générales, personne n’a encore écrit un pamphlet détaillé là-dessus. Ce fait non plus ne doit pas nous choquer puisque négligence est une marque de fabrique de notre pays.

Quant à moi, je fus un spectateur discret pendant la première moitié de l’année 2010. Je dois avouer que j’ai voulu donner une chance, malgré toutes les choses négatives que j’ai vues autour de moi. Les mois se sont succédés ; mais on a vu rien de concret surgir: sauf un bureau chic dans le Passage Atlas, sur la rue Istiklal; des personnalités donnant l’impression de beaucoup travailler, et le logo de couleur turquoise que nous avons rencontré un peu partout dans la ville.

Entre-temps, j’ai consacré un peu de temps à voir ce que les autres villes européennes ont fait pendant qu’elles furent capitale culturelle. J’ai aperçu que ce que nous avons fait est minuscule comparé à ce que Linz et Liverpool en 2008 ont fait au nom de la culture. Je sais bien que nous ne faisons pas encore partie de l’Union européenne et par conséquent une comparaison peut s’avérer injuste, et il ne faut jamais critiquer sans connaître l’arrière plan des histoires. 

Nous sommes maintenant au milieu d’un processus dans lequel certains parlent comme si tout fut parfait et que la seule chose que nous pouvons est de regarder impassible et dans l’angoisse. Cette pub va probablement tourner encore quelques mois et le fameux logo sera certainement visible encore quelques années sur les murs de notre ville. 

Au début de l’année, je pensais qu’en honneur de la capitale culturelle, le Festival du Film d’Istanbul pourrait avoir lieu dans la salle Emek, alors que son tout contraire s’est produit. La mauvaise nouvelle sur la prochaine démolition de cette salle circulait. Lors du festival, la principale volonté des participants était de voir cette salle servir du nouveau les cinéphiles, cette salle dont la valeur symbolique est incontestable pour les habitants de cette ville. Au lendemain de la clôture du festival, des centaines d’acteurs, de producteurs, de scénaristes ou de simples citoyens étaient rassemblés devant cette salle en évoquant leurs beaux souvenirs, les films regardés avec des petits-amis… A la fin de l’année, la seule chose que nous connaissons, c’est que le bâtiment  ne sera pas démolie tout de suite…c’est tout.

Ce fut également une année étrange concernant les spectacles et les théâtres. On a eu l’occasion d’aller voir plusieurs pièces agréables. Je peux même dire que ce fut une année propice pour le théâtre. Mais dire que ce fut une année radicalement meilleure par rapport aux précédentes serait injurieux. En fait, cette année fut difficile pour certaines troupes indépendantes. Je pense tout d’abord à Kumbaracı 50 qui mettait en scène uniquement leurs propres pièces. Leur jeu intitulé “Lèches mais n’avales pas” a été d’abord critiqué par les médias conservateurs. Ensuite, la salle fut fermée par la municipalité sur la base des « manquements » de la salle. Tout cela, pendant que le Centre culturel Atatürk (AKM), qui a vu monter sur scène tant d’artistes du théâtre, du ballet et de l’opéra, n’est toujours rien qu’un bâtiment fantôme au milieu de la place Taksim. 
Ce fut une année difficile pour l’art indépendant aussi. Certaines galeries d’art à Tophane on été attaquées par une horde accusant les participants aux vernissages de gêner les riverains car ils consommaient de l’alcool sur le trottoir devant les galeries. Les vitres des galeries ont été brisées, les invités ont été agressés… Finalement une voiture de police a été stationnée sur cette rue pendant une semaine et le Ministre de la culture et du tourisme a visité les galeries attaquées.
  
N’oublions pas les réussites de l’Agence de la capitale européenne de la culture 2010. Par exemple: le concert Alphaville. Mes amis se sont longtemps moqués du lieu du concert et du fait qu’il fut gratuit. Appeler l’un des groupes les plus fameux des années 1980 et de les faire monter sur scène à Ümraniye…accompagné de la chanteuse Atiye. Coupler cela avec un concert simultané de Ferhat Göçer à Berlin. Cela est certes quelque chose que peu de personne pourrait imaginer.

A part cela, l’agence à contribué à certains projets de films jusqu’à 4 millions de livres turques. Il suffit de consulter n’importe quel site sur le cinéma pour s’apercevoir qu’ils ont été regardés moins que plusieurs films accusés de n’avoir aucune valeur parce que trop peu de gens les a vus.

En écrivant ces lignes, je jette un coup d’œil au site internet de l’Agence de la capitale européenne de la culture 2010. Il nous informe d’une manière détaillée en écrivant tous ce qu’ils ont fait.  Un simple coup d’œil est suffisant pour comprendre combien la plupart des gens qui travaille au sein de cette agence sont précieux. Mais on se demande pourquoi ils ont resté tellement passifs durant toute cette année, pourquoi ils ont uniquement pensé à apposer des collants aux avions, pourquoi ils ont organisé des événements que personne n’a participé, pourquoi ils ont contribué aux films qu’ils ont contribué, alors qu’ils ont, à portée de main, plusieurs producteurs ou scénaristes de valeur.

Entouré de ces pensées, il est impossible de ne pas penser combien nous avons avancé ou régressé pendant une longue année, les critiques que nous avons accumulées et qui resurgissent avec une étincelle.

Oui, les pubs peuvent dire qu’on a passé une année plein de succès en tant que capitale culturelle. Ils peuvent même avoir raison de leur propre perspective, puisque certains ont bien profité des fonds.   

Disons “bienvenue” à une nouvelle année pleine de culture, où nous ne serons pas écrasés sous des titres comme “capitale européenne de la culture”. 

4 Ocak 2011 Salı

2010 Avrupa Kültür Başkenti (!)

Televizyonda umarsız bir şekilde kanallar arasında gezinirken; bir anda bir kanalın reklam kuşağında rastladığım görüntü oldukça canımı sıktı. Reklam 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında hazırlanmış; kültür mozaiği İstanbul’u anlatıp, bu başarının(!) altında imzası olanlara ve bizlere teşekkür ediyor. Biz yaptık diyecek kadar kendine güvenli; içimizi acıtan Haydarpaşa’nın eski görüntülerini de kullanacak kadar sinir bozucu ve saygısız.

Kimimize göre koskoca ancak kimimize göre de kısacık geçen 2010 yılını geride bırakırken; tüm yıl boyunca kendime defalarca sorduğum bu soru tekrar kurcalamaya başladı zihnimi: Geçtiğimiz yıl Avrupa Kültür Başkenti olduk, peki biz ne gördük; ne hissettik ve kendimizi bu başkent içerisinde ne gibi kültür etkinlikleri içerisinde bulup, nereye ilerledik? Şehrimize o şehri yaratan bizlerin kültür adı altında yapılan işlere katkımız ne yöndeydi?

Bunları düşünürken bir yandan bunu yapan insanlara öfkelenip, bir yandan da aynayı kendimize tutmamız gerektiğini hissettim. Günlük koşuşturmalarımız içinde dünyanın en pahalı kentlerinden birinde yaşayan bizlerin yaşama mücadelesi içerisinde kültüre ayırdığımız/ayıramadığımız zaman dilimlerinin uzunlukları, eskiye oranla üniversite öğrencileri dışında ne kadarımızın hala filmleri sinemada izlediği, orijinal albüme para verdiği ya da büyük mücadele ve sıkıntılarla reklam bulamayarak basım tarihlerini geçiren hatta iki ayda bir yayımlanacak hale gelen dergileri takip ettiği ortada.

Böyle düşününce de bu ülkede olan Kültür Başkenti etkinliklerinin de düzenli kültür takipçileri dışında pek bir etkisi olmadığı aşikar. Peki koskoca bir yıl ne işe yaradı? Bunun ülkemize katkısı ne oldu? Hepimiz birbirimize bu soruları soruyoruz. Ancak genel eleştiriler dışında pek bir şey yazılmış, söylenmiş değil.

Toplumsal olarak genel sorunumuzun aldırmamak, fark etmemek olduğunu düşününce böyle durumlarda hiçbir şey yapılmıyor oluşu da bizi şaşırtmıyor elbette.

Yılın ilk döneminde sessiz bir takip süreci geçirdim aslına bakarsanız. 2010 Kültür Başkenti etkinliklerine şehirde gördüğüm tüm çirkinlikleri bir kenara bırakıp bir şans vermek istedim. Aylar geçiyordu ancak ortada dişe dokunur bir şey yoktu: İstiklal Caddesi üzerindeki Atlas Pasajı içerisine açılan şık bir ofis, yoğun bir çalışma içerisindeki insanlar, tüm kültür etkinlikleri altında türkuaza yakın bir renkte tasarlanmış o logo dışında.

Bir yandan diğer Avrupa ülkelerini takip ediyordum. Bir önceki yıl Linz ve 2008’de Liverpool’da  sanat adına yapılanları düşündüğümde küçücük kaldığımızı biliyordum. Elbette biz henüz Avrupa Birliği’ne dahil değiliz. Belki kıyaslama yapmak başlı başına haksızlık. Dışarıdan göründüğü gibi eleştirilmemeli hiçbir şey.

Artık günü geldiğinde yapılan her şey muhteşem bir şekilde yapılmış gibi anlatılırken; orada durup kızgınlık ve hayret içerisinde baktığımız bir süreç içerisineyiz. Şehrin duvarlarında yıllarca göreceğimiz çirkin logolar ve birkaç ay içinde tamamen yayından kalkacak reklam ile bir yıl daha geçmiş olacak.

 Yılın ilk aylarında belki bu yıl kültür başkenti bahanesiyle Emek Sineması’nda yapılır diye düşündüğüm İstanbul Film Festivali başladığı dönemde bambaşka bir olaya sahne oldu. Bırakın festivalin Emek Sineması’nda yapılmasını; bu yıl içerisinde binanın yıkılacağı haberleri damgasını vurdu gündeme. Organizayonun yapıldığı hafta herkesin ortak isteği Kültür Başkenti seçildiğimiz bir yılda festivale yıllarca ev sahipliği yapmış; sinema severler için manevi değerinin tartışılamayacağı, bize şehrin dokusunu en güzel şekilde yansıtan bu binanın yeniden kullanılabilir olması isteğiydi. Festivalin bittiği günün ertesi tüm sanatseverler, oyuncular, yazarlar, ilk frigosunu orada yemiş, ilk aşkının elini o salonda tutmuş bir grup sinemasever binanın yıkılmaması için sokaklardaydı. Yıl içinde gelinen nokta ise binanın bir süre(!) daha yıkılmayacağıydı.

Gösteri ve sahne sanatları için de aslında garip bir yıl oldu. Sezon içerisinde çok güzel oyunlar sergilendi. İzlediğim oyunlara bakarak verimli bir yıl olduğunu söyleyebilirim bu yılın. Ancak diğer yıllardan çok da özel ve farklı olduğunu söylemek önceki yıllara haksızlık olur. Bu yıl bağımsız bir kaç tiyatro salonu için zor geçti. Özellikle de kendi yazdıkları oyunları sergileyen Kumbaracı 50 adlı tiyatro salonu için. Oynadıkları ‘’Yala Ama Yutma’’ adlı oyun  öncelikle ülkenin muhafazakar gazeteleri tarafından adeta topa tutuldu.Sonrasında da tiyatro binasının eksiklikleri sebep gösterilerek mühürlendi. Ülkemizin önde gelmiş nice tiyatrocu, balerin, opera sanatçısına sahnesini açmış olan AKM (Atatürk Kültür Merkezi) de önceki yıllardaki gibi hayalet bina olarak Taksim Meydanı’nda ayakta durmaya çalışıyor.

Bağımsız sanat için de zor bir yıl oldu. Tophane’de, aynı tarihte çoklu açılış yapmayı planlayan sanat galerilerine, açılışa gelenlerin ellerinde şarap kadehleriyle kaldırımda dolaştıkları ve orada oturan yerel halkı rahatsız ettikleri gerekçesiyle; orada yaşayan ve kesinlikle herhangi bir şekilde dolduruşa getirilmemiş(!) bir kitle tarafından saldırılar düzenlendi. Galerilerin camları kırıldı. Galeri sahiplerine ve olaya müdahele eden kişilere fiziksel zarar verildi. Ardından olayın gerçekleştiği caddenin girişine bir hafta boyunca 24 saat bekleyen bir Polis aracı yerleştirildi. Kültür ve Turizm Bakanı olay üzerine Galerilere ziyarette bulundu.

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı iyi şeylere de imza atmadı değil. Mesela: Alphaville Konseri. Yapıldığı yer ve ücretsiz oluşunun yarattığı hayret ifadesi dostlarım tarafından uzun süre alay konusu olmuştur. Zamanın ağızlara marş olmuş şarkılarını yaratan, 80’lerin en önemli topluluklarından birini Ümraniye’de sahneye çıkarmak alt grup olarak da Atiye’yi seçmek. Bunu bir de Berlin’de eş zamanlı bir konserle tamamlamak ve orada da Ferhat Göçer’i sahneye taşımak. Bu eminim birçok kişinin kolay kolay planlayamayacağı bir şey olsa gerek.

Onun dışında ajans, her birinin bütçesi 4 milyon lira olan sinema yapıtlarına da destek oldu. Tarihimize ne kadar ışık tuttu bilmiyorum ancak; o çok az izlendiği için sanat yapıtı olup olmadığı tartışılan filmlere oranla çok daha az insan tarafından izlendiği gerçeğiyle yüzleşmek için herhangi bir sinema sitesine bakmak yeterli.

 Bütün bunları yazarken arada bir baktığım 2010 Avrupa Kültür Başkenti internet sitesine göz atıyorum.Yapılan tüm işleri detaylı sayılabilecek şekilde yazıp bizleri bilgilendirmişler. Çalışan birçok kişinin işinde ne kadar iyi olduğunu fark ediyorsunuz aslına bakarsanız siteye göz attıkça. Ancak böyle bir süreçte neden bu kadar pasif kaldıklarını, sadece uçaklara çıkartma yapıştırmayı düşünüdüklerini ya da kimsenin katılmayacağı organizasyonlar düzenlediklerini, bu kadar yetenekli ve iyi yönetmenler, senaristler varken böyle filmler yaptıklarının cevabını bulamıyorsunuz.

Bunu hissedince de benzer birçok şeyde ne kadar ilerlediğimizi/gerilediğimizi düşünüp hayatımızdan geçen koskoca bir yılda olan her şeyin derinlerde depolandığını ve ufacık bir kıvılcımla nasıl da su yüzüne çıkabildiğini fark ediyorsunuz.

Evet, reklamlarda kültür başkenti olarak çok başarılı ve ilerlemiş bir dönem geçirdiğimiz yönünde şeyler söylenebilir. Haklı da olabilirler bir açıdan sonuçta kendilerinin çalıp yine kendilerinin oynadığı; birilerinin kalkındığı bir dönem geride kaldı.

Tüm bu olumsuzlukların giderildiği ‘’2010 Avrupa Kültür Başkenti’’ gibi iddialı sıfatlar altında ezilmediğimiz kültür dolu bir yıla ‘’Merhaba’’ diyelim.

28 Aralık 2010 Salı

‘’Kayıp Çocuk Masalları’’

Kısa olacaktı ancak bir sıkıntım yoktu giderken, içimde huzur vardı. Şehrin yorgunluğundan birazcık da olsa kaçmak ihtiyacım olan tek şeydi… Yanıma sadece ‘’Kayıp Çocuk Masalları’’nı alarak…
Dinlemeye başladığımda kentten uzaklaşalı yaklaşık bir saat olmuştu. Her zaman zorlanmışımdır yeni bir albümü dinlemeye başlarken. Hakkında pek çok şey bildiğin, çok sevdiğin bir müzisyen bile olsa, o tedirginlik bakidir.

Gerçi, 9 Aralık 2010 akşamı, Beyoğlu Nevizade’de alternatif sayılabilecek birbirinden güzel isimleri canlı dinleyebileceğiniz Ghetto’da albüm lansmanını izlediğimde, yeni albüm hakkında kısa bir fikir edinmiştim. Hatta insanların, hiç duymadıkları şarkıların bu kadar çabuk içine girmelerini şaşkınlıkla izlemiş, sonraki ayımı da her yolum düştüğünde müzik marketlere albümün gelip gelmediğini sorarak geçirmiştim.

Tanışıklığımdan itibaren aramızda her zaman özel bir bağ olduğuna inandım Cem Adrian’la... Gözlerimin kapalı, ruhumun beyazlayamadığı bir dönemde, her zaman geçtiğim bir sokakta küçük bir müzik marketten gelen ‘’Hayat… Ben…’’ ile değişti dünyam. Çok sevdim seni diyordu, çok üzdün beni… Sonrasında albümü alıp aylarca nasıl hiç sıkılmadan, önüne geçilemez bir tutkuyla dinlediğimi hatırlıyorum. Birçok açıdan çok amatördü; dinlerken sesini biraz olsun yükseltmeme izin vermiyordu. Ancak o kadar gerçekti ki… Derinden çıkıyordu tüm kelimeler, sesler… O günden itibaren yaptığı her albümü, içinde gerçek bir şeyler olduğunu bilerek aldım; çıktığı gün, sessiz sakin… Ülkede birçok insanın denemeye kalkmayacağı işlere imza attığını düşündüğüm yeni dönem müzisyenlerden biri olduğunu düşünerek.

‘’Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım’’ çıktığı günden bu yana da hiç yanılmadım. Şaşırdım, takdir ettim ama yanılmadım. Bunun verdiği hazla ve bu yeni albümde de ‘’Hayat… Ben…’’ heyecanını beklerken, ‘’Kayıp’’ geride kaldı. Hava karanlık, yollarda onlarca araç ve insana bakıyorum penceremden… Hep koşturmaca ve aldatmaca ve aldanmaca üzerine kurulu bir düzen.

İki yıl olmuş albüm yapmayalı; şimdi fark ediyorum. Albümün içine girdikçe, seste bir eksiklik fark etti kulağım. İniş çıkış duymak istedim ancak yoktu. Sound yine oldukça radikal ve içsel. Bir şey var diye mırıldanıyorum bu şarkılarda! Yıllar önce birçok müzisyenin yaptığı bir şey fark ediyorum! Herkesin hayranlıkla duyduğu o sesi, ihtişam ve her türlü kaygıdan uzaklaştırmış olağan sakinlikte, hatta bazen detone denilebilecek kurulukta kullandığını söylesem yanlış olmaz. ‘’Bir Katilin Ellerinde’’  ve ‘’Sen benim’’ bunu fark etmenin pek zor olmadığı şarkılar…

Bugüne kadar her şarkısında kullandığı ‘’çocuk’’ metaforunu bu albümde daha yoğun hissettiriyor. Bu ‘’çocuk’’un aslında bizzat Cem Adrian’ın kendisi olduğunu düşünürken ;bu albümde daha farklı bir çocuk düşünmemek elde değil….Üstelik bir veda durumu hissettiriyor ‘’Bana Ne Yaptın’’ şarkısı…

Derken bir kadın sesi duyuyorum aniden!  Bunun Aylin Aslım olduğunu anlayıp kulak kabartıyorum! Duyduğum ses ve sound o ana kadar dinlediğim en güzel sound…  Karanlık bir Umay Umay şarkısının çok daha iyi bir hali gibi, eğer bir şeye benzetmek gerekirse… Albümdeki bu şarkı için, dinler dinlemez kalbimden vuruldum, diyebilirim. Seslerinin uyumu harika… ‘’Unutursun’’, bir masalın bitişi ve kendini kandırma üzerine duyduğum, albümde  benim en çok sevdiğim ikinci şarkı diyebilirim tekrar dinlemeye koyulurken…

Tekrar tekrar dinlerken şarkıları artık eşit aralıklarla beliren sarı ışık dışında yolu aydınlatan hiçbir şeyin olmadığı yollardayım… ’’Ağladıkça’’ çalıyor bir yandan. En son ne zaman bir Murat Yılmazyıldırım şarkısı dinlediğimi düşündüm. En az on yıl olmuş olmalı. ’’Seni Tanımayan Yok Bu Şehirde’’ ile sarıp sarmalandığımı hatırlarım. Yaylılarla beraber oldukça güzel olmuş… İlerliyorum, şehir gittikçe uzaklaşıyor benden... Kalan üç şarkı ise çok çabuk geçti: ’’O Kirpik Hala Bende Sevgilim’’, ‘’Islak Kelebek’’ ve ‘’Yarım’’… Bazen albümlerin son şarkılarına geldiğinizde ilk anki büyü geçeli çok olmuştur ve artık bir şey ifade etmez. Bu albümde başlangıçtan bu yana bunu neredeyse hiç hissetmedim… ’’Benden Sonra’’ ve ‘’Tanrı Aslında Sever Hepimizi’’ gibi iki güzel şarkıyla albüm sonlanıyor. Yolculuk bitmiyor tabii. Hava aydınlanana kadar defalarca dinliyorum bu şarkıları… Her biri tek bir noktada birleşiyor: Ayrılık.

Her albümünde bir veda varken, bu albümde biraz daha baskın bu tema. Her şarkı ayrı bir yerden yaklaşıyor olsa da ortak noktaları bu. ’’Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti’’ ya da ‘’Emir’’ albümlerinde bir ayrılık durumu vardı; ancak aynı zamanda her şeyi bırakıp gelen bir çocuk da vardı. Bu albüm daha bir yalnız diğerlerine göre…

Tüm kaygıları geride bırakmış, bir öncekine göre biraz daha geride durabilecek gibi görünüyor olsa da, ‘’Kayıp Çocuk Masalları’’ yılın son günlerinde çıkmış, gerçek müzik* dinlemek isteyenlere hitap edecek bir albüm olmuş. Önceki albümlerini ilk kez dinlediğimde parlayacak, birçok kişiyi etkileyecek şarkı bulmakta zorlanmazdım. Ancak bu defa bu konuda biraz kararsız kaldım.

Albüm kapağına da değinmeden olmaz… Tüm Cem Adrian albümlerinde olduğu gibi kâğıt bir zarf içinde satışa sunuluyor albüm. Kapak fotoğrafı da biraz iddialı sayılabilir. Boğaç Dalkıran’ın daha önceki çalışmasından esinlenerek yapılmış. Narsistik gibi görünse de albümü dinledikten sonra kişinin kendi kendine kalmışlığını, bırakılmışlığını fark edip sonrasında “en güzeli insanın kendi kendisine yetebilmesi mi acaba?” diye sormadan edemiyorsunuz.
Hava aydınlanırken şiş gözlerimle iniyorum otobüsten… ’’Herkes gider mi’’yi mırıldanarak…

*Gerçek Müzik: Yazıyı okuyan birçok okurun dikkatinden kaçmayacağını düşündüğüm bir kavram. Açıklamak aslında o kadar da zor değil: İçinde ticari kaygı taşımayan, dinleyicisine saygı duyan, kopyalamayan, duruşu ve samimiyetiyle kişiyi etkileyen, ortaya bir şey koyduğunda düşündüren, tartıştıran, hissettiren bir müzik olarak tanımlanabilir. Türler arasında herhangi bir ayrım yapmadan kullandığım bir tanımlamadır.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Başlarken...


Her gün onlarca şey yaşıyoruz hayatta… Bir günde hem dünyanın en zehir anını, hem güneşli bir günde gülümseyerek bakabildiğimiz ışığı görebiliyoruz… Gazete sayfalarında, sanal âlemde, ekranda, sokakta gördüğümüz her şeye kayıtsızca bakabiliyor; hatta bir süre sonra birer canlı olduğumuzu bile unutabiliyoruz bu kaosun içerisinde... Hayat bizi yavaş yavaş bu halin içine yerleştiriyor… Tıpkı sistemin de istediği gibi…

Elbette gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz hayat biçimleri birbirinden farklı... Ancak bir şeyler elimizden alındığında hissettiklerimiz ya da çok sevdiğimiz ancak bir daha göremeyeceğimizi bildiğimiz kayıplar olduğunda verdiğimiz tepkiler genelde o kadar benzer ki... Durup baktığımda bana zorla dayatılan popüler kültür müzikleri, bir kitap yazıp olmadık yerlere posterlerinin koyulmasını isteyen yazarlar, her şey gayet yolunda imajı veren iktidarların kuklaları haline gelmiş yazılı basın, kültür başkenti adı altında geçen koca bir yılda kültür merkezi kapatan, ülkenin en güzel sinema salonlarını yıkmak isteyen belediye anlayışı... Evet, bunlar eminim benim olduğu kadar sizlerin de bir şekilde dikkatini çekiyor... Ancak başta da sözünü ettiğim gibi hepimizi duyarsızlığa iten bu kadar dış etken arasında sadece kızıyoruz kendi kendimize, susuyoruz...

Buna benzer onlarca cümle zihnimin karanlık koridorlarında gezerken, bunları bambaşka insanlarla paylaşma düşüncesi içimi kemirmeye başladı. Karalamak ve onları insanlarla paylaşmak… Sanal da olsa sadık dostlar edinmek, karşılıklı yazmak, durmadan yazmak... Kelimelerin bir zihinden çıkarak bağımsız kanallara doğru hareketini seyretmek ve bunu kontrol etmeden yapmak, oluruna bırakmak... Bir blog üzerine düşünürken, gideceği nokta üzerine düşünmeden yazmanın tüm tedirgin edici ve bir o kadar da heyecan verici halini bilerek...

Bu sayfada size neler vaad ediyorum?  Kısacık bir günde nereye gidebileceğinizi ve bu limitli zamanda ne yapabileceğinizi, her yerde yazılan bir haberin bambaşka bir şekilde sunulmuş halini, “öteki”leştirmeden bakabilmeyi, yeni çıkmış raf aralarında kalmış bir kitabı veya aynı zamanda en çok satan ancak ne açıdan okunduğu tartışma gerektiren başka birini, alışılmışın dışında şeyler deneyen oldukça sevilen bazen nefret edilen müzisyenleri ve bunları canlı izleme şansım olduğunda ne kaçırdığınızı ya da kazandığınızı...

Her zaman mutlu olacağınız şeyler yazamayacağımı da şimdiden belirtir, bu başlangıç satırlarını okuyan herkese teşekkür ederim…

Takipte kalın...

Pour commencer...

Combien de choses différentes nous témoignons tous les jours…Au sein d’une seule journée, nous sommes capables de combiner le moment le plus empoisonné possible avec le sourire qui nous parvient d’un jour ensoleillé. Nous regardons les journaux, les sites web, la télé ou tout autre chose dans la rue avec un regard indifférent ; et nous oublions souvent, au milieu de ce tapage, que nous sommes des êtres vivants…La vie, et seulement elle, nous met dans cette situation peu à peu…Exactement selon la volonté du système… 

Bien sûr, nos expériences ne sont pas les mêmes quant aux choses que nous voyons, que nous vivons, que nous sentons ; aussi différentes l’une de l’autre que nos modes de vie…Pourtant, le sentiment que nous éprouvons quand une chose précieuse nous est enlevée ou bien quand un bien-aimé nous quitte pour de bon est très similaire…Quand j’arrête pour un moment, j’aperçois la musique populaire qui m’est imposée, les auteurs qui veulent leurs photos accrochées partout et n’importe où parce qu’ils viennent de publier, une partie de la presse qui est devenue la marionnette du gouvernement qui ne cesse de répéter que tout va bien, une mentalité municipale qui ferme des centres culturels ou qui pense à démolir des salles de cinéma au milieu de l’année de la « capitale culturelle »…Il se peut que ceux-ci ont également attiré votre attention…Cependant, comme je l’ai indiqué tout à l’heure, nous fermons souvent les yeux à cause de nombreux facteurs externes qui nous poussent à être indifférents ; nous nous contentons de marmonner et nous choisissons de rester silencieux…

Ces pensées flânaient dans les méandres de mon esprit quand j’ai eu envie de partager mes sentiments avec d’autres gens. Esquisser et partager…Se faire d’autres amis, bien que virtuels, correspondre, écrire sans cesse…Regarder les phrases formées dans mon esprit parvenir à d’autres personnes par le biais de ce canal et de le faire sans se contrôler ni se limiter…Sentir à la fois l’excitation et l’inquiétude quand on écrit sur un blog.       

Qu’est-ce que je vous promets dans ces pages ? Ce que vous pouvez faire quand vous visitez une ville étrangère et que vous disposez d’un temps très limité, une version différente d’une nouvelle que vous avez appris par vos moyens habituels, une perspective différente sans aliéner qui que ce soit, un bouquin récemment publié mais déjà couvert de poussière dans une librairie, une meilleure vente que personne ne comprend pourquoi elle vend, des musiciens qui essayent de faire quelque chose non-conventionnelle et qui sont admirés ou haïs pour cela, ce que vous avez raté (ou pas raté du tout) quand vous ne vous êtes pas rendus dans un événement culturel…

Je dois dire dès maintenant que je ne vais pas écrire que des choses agréables et je vous remercie d’avoir lu ces premières lignes…

Suivez-moi…