4 Ocak 2011 Salı

2010 Avrupa Kültür Başkenti (!)

Televizyonda umarsız bir şekilde kanallar arasında gezinirken; bir anda bir kanalın reklam kuşağında rastladığım görüntü oldukça canımı sıktı. Reklam 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında hazırlanmış; kültür mozaiği İstanbul’u anlatıp, bu başarının(!) altında imzası olanlara ve bizlere teşekkür ediyor. Biz yaptık diyecek kadar kendine güvenli; içimizi acıtan Haydarpaşa’nın eski görüntülerini de kullanacak kadar sinir bozucu ve saygısız.

Kimimize göre koskoca ancak kimimize göre de kısacık geçen 2010 yılını geride bırakırken; tüm yıl boyunca kendime defalarca sorduğum bu soru tekrar kurcalamaya başladı zihnimi: Geçtiğimiz yıl Avrupa Kültür Başkenti olduk, peki biz ne gördük; ne hissettik ve kendimizi bu başkent içerisinde ne gibi kültür etkinlikleri içerisinde bulup, nereye ilerledik? Şehrimize o şehri yaratan bizlerin kültür adı altında yapılan işlere katkımız ne yöndeydi?

Bunları düşünürken bir yandan bunu yapan insanlara öfkelenip, bir yandan da aynayı kendimize tutmamız gerektiğini hissettim. Günlük koşuşturmalarımız içinde dünyanın en pahalı kentlerinden birinde yaşayan bizlerin yaşama mücadelesi içerisinde kültüre ayırdığımız/ayıramadığımız zaman dilimlerinin uzunlukları, eskiye oranla üniversite öğrencileri dışında ne kadarımızın hala filmleri sinemada izlediği, orijinal albüme para verdiği ya da büyük mücadele ve sıkıntılarla reklam bulamayarak basım tarihlerini geçiren hatta iki ayda bir yayımlanacak hale gelen dergileri takip ettiği ortada.

Böyle düşününce de bu ülkede olan Kültür Başkenti etkinliklerinin de düzenli kültür takipçileri dışında pek bir etkisi olmadığı aşikar. Peki koskoca bir yıl ne işe yaradı? Bunun ülkemize katkısı ne oldu? Hepimiz birbirimize bu soruları soruyoruz. Ancak genel eleştiriler dışında pek bir şey yazılmış, söylenmiş değil.

Toplumsal olarak genel sorunumuzun aldırmamak, fark etmemek olduğunu düşününce böyle durumlarda hiçbir şey yapılmıyor oluşu da bizi şaşırtmıyor elbette.

Yılın ilk döneminde sessiz bir takip süreci geçirdim aslına bakarsanız. 2010 Kültür Başkenti etkinliklerine şehirde gördüğüm tüm çirkinlikleri bir kenara bırakıp bir şans vermek istedim. Aylar geçiyordu ancak ortada dişe dokunur bir şey yoktu: İstiklal Caddesi üzerindeki Atlas Pasajı içerisine açılan şık bir ofis, yoğun bir çalışma içerisindeki insanlar, tüm kültür etkinlikleri altında türkuaza yakın bir renkte tasarlanmış o logo dışında.

Bir yandan diğer Avrupa ülkelerini takip ediyordum. Bir önceki yıl Linz ve 2008’de Liverpool’da  sanat adına yapılanları düşündüğümde küçücük kaldığımızı biliyordum. Elbette biz henüz Avrupa Birliği’ne dahil değiliz. Belki kıyaslama yapmak başlı başına haksızlık. Dışarıdan göründüğü gibi eleştirilmemeli hiçbir şey.

Artık günü geldiğinde yapılan her şey muhteşem bir şekilde yapılmış gibi anlatılırken; orada durup kızgınlık ve hayret içerisinde baktığımız bir süreç içerisineyiz. Şehrin duvarlarında yıllarca göreceğimiz çirkin logolar ve birkaç ay içinde tamamen yayından kalkacak reklam ile bir yıl daha geçmiş olacak.

 Yılın ilk aylarında belki bu yıl kültür başkenti bahanesiyle Emek Sineması’nda yapılır diye düşündüğüm İstanbul Film Festivali başladığı dönemde bambaşka bir olaya sahne oldu. Bırakın festivalin Emek Sineması’nda yapılmasını; bu yıl içerisinde binanın yıkılacağı haberleri damgasını vurdu gündeme. Organizayonun yapıldığı hafta herkesin ortak isteği Kültür Başkenti seçildiğimiz bir yılda festivale yıllarca ev sahipliği yapmış; sinema severler için manevi değerinin tartışılamayacağı, bize şehrin dokusunu en güzel şekilde yansıtan bu binanın yeniden kullanılabilir olması isteğiydi. Festivalin bittiği günün ertesi tüm sanatseverler, oyuncular, yazarlar, ilk frigosunu orada yemiş, ilk aşkının elini o salonda tutmuş bir grup sinemasever binanın yıkılmaması için sokaklardaydı. Yıl içinde gelinen nokta ise binanın bir süre(!) daha yıkılmayacağıydı.

Gösteri ve sahne sanatları için de aslında garip bir yıl oldu. Sezon içerisinde çok güzel oyunlar sergilendi. İzlediğim oyunlara bakarak verimli bir yıl olduğunu söyleyebilirim bu yılın. Ancak diğer yıllardan çok da özel ve farklı olduğunu söylemek önceki yıllara haksızlık olur. Bu yıl bağımsız bir kaç tiyatro salonu için zor geçti. Özellikle de kendi yazdıkları oyunları sergileyen Kumbaracı 50 adlı tiyatro salonu için. Oynadıkları ‘’Yala Ama Yutma’’ adlı oyun  öncelikle ülkenin muhafazakar gazeteleri tarafından adeta topa tutuldu.Sonrasında da tiyatro binasının eksiklikleri sebep gösterilerek mühürlendi. Ülkemizin önde gelmiş nice tiyatrocu, balerin, opera sanatçısına sahnesini açmış olan AKM (Atatürk Kültür Merkezi) de önceki yıllardaki gibi hayalet bina olarak Taksim Meydanı’nda ayakta durmaya çalışıyor.

Bağımsız sanat için de zor bir yıl oldu. Tophane’de, aynı tarihte çoklu açılış yapmayı planlayan sanat galerilerine, açılışa gelenlerin ellerinde şarap kadehleriyle kaldırımda dolaştıkları ve orada oturan yerel halkı rahatsız ettikleri gerekçesiyle; orada yaşayan ve kesinlikle herhangi bir şekilde dolduruşa getirilmemiş(!) bir kitle tarafından saldırılar düzenlendi. Galerilerin camları kırıldı. Galeri sahiplerine ve olaya müdahele eden kişilere fiziksel zarar verildi. Ardından olayın gerçekleştiği caddenin girişine bir hafta boyunca 24 saat bekleyen bir Polis aracı yerleştirildi. Kültür ve Turizm Bakanı olay üzerine Galerilere ziyarette bulundu.

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı iyi şeylere de imza atmadı değil. Mesela: Alphaville Konseri. Yapıldığı yer ve ücretsiz oluşunun yarattığı hayret ifadesi dostlarım tarafından uzun süre alay konusu olmuştur. Zamanın ağızlara marş olmuş şarkılarını yaratan, 80’lerin en önemli topluluklarından birini Ümraniye’de sahneye çıkarmak alt grup olarak da Atiye’yi seçmek. Bunu bir de Berlin’de eş zamanlı bir konserle tamamlamak ve orada da Ferhat Göçer’i sahneye taşımak. Bu eminim birçok kişinin kolay kolay planlayamayacağı bir şey olsa gerek.

Onun dışında ajans, her birinin bütçesi 4 milyon lira olan sinema yapıtlarına da destek oldu. Tarihimize ne kadar ışık tuttu bilmiyorum ancak; o çok az izlendiği için sanat yapıtı olup olmadığı tartışılan filmlere oranla çok daha az insan tarafından izlendiği gerçeğiyle yüzleşmek için herhangi bir sinema sitesine bakmak yeterli.

 Bütün bunları yazarken arada bir baktığım 2010 Avrupa Kültür Başkenti internet sitesine göz atıyorum.Yapılan tüm işleri detaylı sayılabilecek şekilde yazıp bizleri bilgilendirmişler. Çalışan birçok kişinin işinde ne kadar iyi olduğunu fark ediyorsunuz aslına bakarsanız siteye göz attıkça. Ancak böyle bir süreçte neden bu kadar pasif kaldıklarını, sadece uçaklara çıkartma yapıştırmayı düşünüdüklerini ya da kimsenin katılmayacağı organizasyonlar düzenlediklerini, bu kadar yetenekli ve iyi yönetmenler, senaristler varken böyle filmler yaptıklarının cevabını bulamıyorsunuz.

Bunu hissedince de benzer birçok şeyde ne kadar ilerlediğimizi/gerilediğimizi düşünüp hayatımızdan geçen koskoca bir yılda olan her şeyin derinlerde depolandığını ve ufacık bir kıvılcımla nasıl da su yüzüne çıkabildiğini fark ediyorsunuz.

Evet, reklamlarda kültür başkenti olarak çok başarılı ve ilerlemiş bir dönem geçirdiğimiz yönünde şeyler söylenebilir. Haklı da olabilirler bir açıdan sonuçta kendilerinin çalıp yine kendilerinin oynadığı; birilerinin kalkındığı bir dönem geride kaldı.

Tüm bu olumsuzlukların giderildiği ‘’2010 Avrupa Kültür Başkenti’’ gibi iddialı sıfatlar altında ezilmediğimiz kültür dolu bir yıla ‘’Merhaba’’ diyelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder