28 Aralık 2010 Salı

‘’Kayıp Çocuk Masalları’’

Kısa olacaktı ancak bir sıkıntım yoktu giderken, içimde huzur vardı. Şehrin yorgunluğundan birazcık da olsa kaçmak ihtiyacım olan tek şeydi… Yanıma sadece ‘’Kayıp Çocuk Masalları’’nı alarak…
Dinlemeye başladığımda kentten uzaklaşalı yaklaşık bir saat olmuştu. Her zaman zorlanmışımdır yeni bir albümü dinlemeye başlarken. Hakkında pek çok şey bildiğin, çok sevdiğin bir müzisyen bile olsa, o tedirginlik bakidir.

Gerçi, 9 Aralık 2010 akşamı, Beyoğlu Nevizade’de alternatif sayılabilecek birbirinden güzel isimleri canlı dinleyebileceğiniz Ghetto’da albüm lansmanını izlediğimde, yeni albüm hakkında kısa bir fikir edinmiştim. Hatta insanların, hiç duymadıkları şarkıların bu kadar çabuk içine girmelerini şaşkınlıkla izlemiş, sonraki ayımı da her yolum düştüğünde müzik marketlere albümün gelip gelmediğini sorarak geçirmiştim.

Tanışıklığımdan itibaren aramızda her zaman özel bir bağ olduğuna inandım Cem Adrian’la... Gözlerimin kapalı, ruhumun beyazlayamadığı bir dönemde, her zaman geçtiğim bir sokakta küçük bir müzik marketten gelen ‘’Hayat… Ben…’’ ile değişti dünyam. Çok sevdim seni diyordu, çok üzdün beni… Sonrasında albümü alıp aylarca nasıl hiç sıkılmadan, önüne geçilemez bir tutkuyla dinlediğimi hatırlıyorum. Birçok açıdan çok amatördü; dinlerken sesini biraz olsun yükseltmeme izin vermiyordu. Ancak o kadar gerçekti ki… Derinden çıkıyordu tüm kelimeler, sesler… O günden itibaren yaptığı her albümü, içinde gerçek bir şeyler olduğunu bilerek aldım; çıktığı gün, sessiz sakin… Ülkede birçok insanın denemeye kalkmayacağı işlere imza attığını düşündüğüm yeni dönem müzisyenlerden biri olduğunu düşünerek.

‘’Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım’’ çıktığı günden bu yana da hiç yanılmadım. Şaşırdım, takdir ettim ama yanılmadım. Bunun verdiği hazla ve bu yeni albümde de ‘’Hayat… Ben…’’ heyecanını beklerken, ‘’Kayıp’’ geride kaldı. Hava karanlık, yollarda onlarca araç ve insana bakıyorum penceremden… Hep koşturmaca ve aldatmaca ve aldanmaca üzerine kurulu bir düzen.

İki yıl olmuş albüm yapmayalı; şimdi fark ediyorum. Albümün içine girdikçe, seste bir eksiklik fark etti kulağım. İniş çıkış duymak istedim ancak yoktu. Sound yine oldukça radikal ve içsel. Bir şey var diye mırıldanıyorum bu şarkılarda! Yıllar önce birçok müzisyenin yaptığı bir şey fark ediyorum! Herkesin hayranlıkla duyduğu o sesi, ihtişam ve her türlü kaygıdan uzaklaştırmış olağan sakinlikte, hatta bazen detone denilebilecek kurulukta kullandığını söylesem yanlış olmaz. ‘’Bir Katilin Ellerinde’’  ve ‘’Sen benim’’ bunu fark etmenin pek zor olmadığı şarkılar…

Bugüne kadar her şarkısında kullandığı ‘’çocuk’’ metaforunu bu albümde daha yoğun hissettiriyor. Bu ‘’çocuk’’un aslında bizzat Cem Adrian’ın kendisi olduğunu düşünürken ;bu albümde daha farklı bir çocuk düşünmemek elde değil….Üstelik bir veda durumu hissettiriyor ‘’Bana Ne Yaptın’’ şarkısı…

Derken bir kadın sesi duyuyorum aniden!  Bunun Aylin Aslım olduğunu anlayıp kulak kabartıyorum! Duyduğum ses ve sound o ana kadar dinlediğim en güzel sound…  Karanlık bir Umay Umay şarkısının çok daha iyi bir hali gibi, eğer bir şeye benzetmek gerekirse… Albümdeki bu şarkı için, dinler dinlemez kalbimden vuruldum, diyebilirim. Seslerinin uyumu harika… ‘’Unutursun’’, bir masalın bitişi ve kendini kandırma üzerine duyduğum, albümde  benim en çok sevdiğim ikinci şarkı diyebilirim tekrar dinlemeye koyulurken…

Tekrar tekrar dinlerken şarkıları artık eşit aralıklarla beliren sarı ışık dışında yolu aydınlatan hiçbir şeyin olmadığı yollardayım… ’’Ağladıkça’’ çalıyor bir yandan. En son ne zaman bir Murat Yılmazyıldırım şarkısı dinlediğimi düşündüm. En az on yıl olmuş olmalı. ’’Seni Tanımayan Yok Bu Şehirde’’ ile sarıp sarmalandığımı hatırlarım. Yaylılarla beraber oldukça güzel olmuş… İlerliyorum, şehir gittikçe uzaklaşıyor benden... Kalan üç şarkı ise çok çabuk geçti: ’’O Kirpik Hala Bende Sevgilim’’, ‘’Islak Kelebek’’ ve ‘’Yarım’’… Bazen albümlerin son şarkılarına geldiğinizde ilk anki büyü geçeli çok olmuştur ve artık bir şey ifade etmez. Bu albümde başlangıçtan bu yana bunu neredeyse hiç hissetmedim… ’’Benden Sonra’’ ve ‘’Tanrı Aslında Sever Hepimizi’’ gibi iki güzel şarkıyla albüm sonlanıyor. Yolculuk bitmiyor tabii. Hava aydınlanana kadar defalarca dinliyorum bu şarkıları… Her biri tek bir noktada birleşiyor: Ayrılık.

Her albümünde bir veda varken, bu albümde biraz daha baskın bu tema. Her şarkı ayrı bir yerden yaklaşıyor olsa da ortak noktaları bu. ’’Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti’’ ya da ‘’Emir’’ albümlerinde bir ayrılık durumu vardı; ancak aynı zamanda her şeyi bırakıp gelen bir çocuk da vardı. Bu albüm daha bir yalnız diğerlerine göre…

Tüm kaygıları geride bırakmış, bir öncekine göre biraz daha geride durabilecek gibi görünüyor olsa da, ‘’Kayıp Çocuk Masalları’’ yılın son günlerinde çıkmış, gerçek müzik* dinlemek isteyenlere hitap edecek bir albüm olmuş. Önceki albümlerini ilk kez dinlediğimde parlayacak, birçok kişiyi etkileyecek şarkı bulmakta zorlanmazdım. Ancak bu defa bu konuda biraz kararsız kaldım.

Albüm kapağına da değinmeden olmaz… Tüm Cem Adrian albümlerinde olduğu gibi kâğıt bir zarf içinde satışa sunuluyor albüm. Kapak fotoğrafı da biraz iddialı sayılabilir. Boğaç Dalkıran’ın daha önceki çalışmasından esinlenerek yapılmış. Narsistik gibi görünse de albümü dinledikten sonra kişinin kendi kendine kalmışlığını, bırakılmışlığını fark edip sonrasında “en güzeli insanın kendi kendisine yetebilmesi mi acaba?” diye sormadan edemiyorsunuz.
Hava aydınlanırken şiş gözlerimle iniyorum otobüsten… ’’Herkes gider mi’’yi mırıldanarak…

*Gerçek Müzik: Yazıyı okuyan birçok okurun dikkatinden kaçmayacağını düşündüğüm bir kavram. Açıklamak aslında o kadar da zor değil: İçinde ticari kaygı taşımayan, dinleyicisine saygı duyan, kopyalamayan, duruşu ve samimiyetiyle kişiyi etkileyen, ortaya bir şey koyduğunda düşündüren, tartıştıran, hissettiren bir müzik olarak tanımlanabilir. Türler arasında herhangi bir ayrım yapmadan kullandığım bir tanımlamadır.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Başlarken...


Her gün onlarca şey yaşıyoruz hayatta… Bir günde hem dünyanın en zehir anını, hem güneşli bir günde gülümseyerek bakabildiğimiz ışığı görebiliyoruz… Gazete sayfalarında, sanal âlemde, ekranda, sokakta gördüğümüz her şeye kayıtsızca bakabiliyor; hatta bir süre sonra birer canlı olduğumuzu bile unutabiliyoruz bu kaosun içerisinde... Hayat bizi yavaş yavaş bu halin içine yerleştiriyor… Tıpkı sistemin de istediği gibi…

Elbette gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz hayat biçimleri birbirinden farklı... Ancak bir şeyler elimizden alındığında hissettiklerimiz ya da çok sevdiğimiz ancak bir daha göremeyeceğimizi bildiğimiz kayıplar olduğunda verdiğimiz tepkiler genelde o kadar benzer ki... Durup baktığımda bana zorla dayatılan popüler kültür müzikleri, bir kitap yazıp olmadık yerlere posterlerinin koyulmasını isteyen yazarlar, her şey gayet yolunda imajı veren iktidarların kuklaları haline gelmiş yazılı basın, kültür başkenti adı altında geçen koca bir yılda kültür merkezi kapatan, ülkenin en güzel sinema salonlarını yıkmak isteyen belediye anlayışı... Evet, bunlar eminim benim olduğu kadar sizlerin de bir şekilde dikkatini çekiyor... Ancak başta da sözünü ettiğim gibi hepimizi duyarsızlığa iten bu kadar dış etken arasında sadece kızıyoruz kendi kendimize, susuyoruz...

Buna benzer onlarca cümle zihnimin karanlık koridorlarında gezerken, bunları bambaşka insanlarla paylaşma düşüncesi içimi kemirmeye başladı. Karalamak ve onları insanlarla paylaşmak… Sanal da olsa sadık dostlar edinmek, karşılıklı yazmak, durmadan yazmak... Kelimelerin bir zihinden çıkarak bağımsız kanallara doğru hareketini seyretmek ve bunu kontrol etmeden yapmak, oluruna bırakmak... Bir blog üzerine düşünürken, gideceği nokta üzerine düşünmeden yazmanın tüm tedirgin edici ve bir o kadar da heyecan verici halini bilerek...

Bu sayfada size neler vaad ediyorum?  Kısacık bir günde nereye gidebileceğinizi ve bu limitli zamanda ne yapabileceğinizi, her yerde yazılan bir haberin bambaşka bir şekilde sunulmuş halini, “öteki”leştirmeden bakabilmeyi, yeni çıkmış raf aralarında kalmış bir kitabı veya aynı zamanda en çok satan ancak ne açıdan okunduğu tartışma gerektiren başka birini, alışılmışın dışında şeyler deneyen oldukça sevilen bazen nefret edilen müzisyenleri ve bunları canlı izleme şansım olduğunda ne kaçırdığınızı ya da kazandığınızı...

Her zaman mutlu olacağınız şeyler yazamayacağımı da şimdiden belirtir, bu başlangıç satırlarını okuyan herkese teşekkür ederim…

Takipte kalın...

Pour commencer...

Combien de choses différentes nous témoignons tous les jours…Au sein d’une seule journée, nous sommes capables de combiner le moment le plus empoisonné possible avec le sourire qui nous parvient d’un jour ensoleillé. Nous regardons les journaux, les sites web, la télé ou tout autre chose dans la rue avec un regard indifférent ; et nous oublions souvent, au milieu de ce tapage, que nous sommes des êtres vivants…La vie, et seulement elle, nous met dans cette situation peu à peu…Exactement selon la volonté du système… 

Bien sûr, nos expériences ne sont pas les mêmes quant aux choses que nous voyons, que nous vivons, que nous sentons ; aussi différentes l’une de l’autre que nos modes de vie…Pourtant, le sentiment que nous éprouvons quand une chose précieuse nous est enlevée ou bien quand un bien-aimé nous quitte pour de bon est très similaire…Quand j’arrête pour un moment, j’aperçois la musique populaire qui m’est imposée, les auteurs qui veulent leurs photos accrochées partout et n’importe où parce qu’ils viennent de publier, une partie de la presse qui est devenue la marionnette du gouvernement qui ne cesse de répéter que tout va bien, une mentalité municipale qui ferme des centres culturels ou qui pense à démolir des salles de cinéma au milieu de l’année de la « capitale culturelle »…Il se peut que ceux-ci ont également attiré votre attention…Cependant, comme je l’ai indiqué tout à l’heure, nous fermons souvent les yeux à cause de nombreux facteurs externes qui nous poussent à être indifférents ; nous nous contentons de marmonner et nous choisissons de rester silencieux…

Ces pensées flânaient dans les méandres de mon esprit quand j’ai eu envie de partager mes sentiments avec d’autres gens. Esquisser et partager…Se faire d’autres amis, bien que virtuels, correspondre, écrire sans cesse…Regarder les phrases formées dans mon esprit parvenir à d’autres personnes par le biais de ce canal et de le faire sans se contrôler ni se limiter…Sentir à la fois l’excitation et l’inquiétude quand on écrit sur un blog.       

Qu’est-ce que je vous promets dans ces pages ? Ce que vous pouvez faire quand vous visitez une ville étrangère et que vous disposez d’un temps très limité, une version différente d’une nouvelle que vous avez appris par vos moyens habituels, une perspective différente sans aliéner qui que ce soit, un bouquin récemment publié mais déjà couvert de poussière dans une librairie, une meilleure vente que personne ne comprend pourquoi elle vend, des musiciens qui essayent de faire quelque chose non-conventionnelle et qui sont admirés ou haïs pour cela, ce que vous avez raté (ou pas raté du tout) quand vous ne vous êtes pas rendus dans un événement culturel…

Je dois dire dès maintenant que je ne vais pas écrire que des choses agréables et je vous remercie d’avoir lu ces premières lignes…

Suivez-moi…    

For a start...


We witness so many different things everyday…Within a single day we’re capable to combine the most poisonous moment with the light which makes us smile on a sunny day. We often look to the newspapers, to the web, to the screens or to anything in the street with indifferent eyes and we even forget, among this chaos, that we are living creatures…Life itself puts us into this situation slowly but surely…Exactly as the system wants us to do…

Of course, our experiences are different from one and other about what we see, what we live, what we feel; as different as our ways of life…However, what we feel when something is torn out from us or when a loved one leaves us for good is so similar…When I stop for a moment, I notice popular music imposed on me, authors who want their pictures to be exposed everywhere just because they wrote a book, some of the press which has become the puppets of governments who convey the image that everything is just fine, a municipal mentality which has shut down cultural centers or which plans to demolish movie theaters in the middle of a “cultural capital” year…Maybe these have attracted your attention, too…Nevertheless, as I mentioned before, we often turn a blind eye to these because of multiple external factors which drive us to be indifferent; and we often keep our anger to ourselves, staying silent…      

While these thoughts were strolling through my mind’s dark corridors, the will of sharing these feelings with other people has arisen. Sketching out and sharing this with people…To get new friends, even though virtual, to correspond, to write incessantly…To watch the words coming out of my mind move through different channels and to do so without any control or limitation…To feel, while thinking about getting a blog, both uneasiness and excitement of writing without knowing where it will end… 

What do I promise you on these pages? What to do in a foreign city when you’ve got a very limited time, a different version of the news presented to you in a whole different manner by your usual sources, a different perspective without alienating anybody, a newly published book gathering dust in the book store, a best-seller which nobody understands why everybody purchase it, musicians who try to do something unorthodox and adored or hated because of that, what you have missed or not missed at all when you didn’t attend a cultural event…

I must say right away that I’m not going to write only pleasant things and I thank everybody who has read these first lines…

Follow up…